24 Aralık 2012 Pazartesi

Babası Menemen, eşi Yassıada mağduru

Zaman Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 24.12.2012




27 Mayıs darbesinin ardından yargılamaların yapıldığı Yassıada’da unutulmayan bir ezan okuma sahnesi vardır. Bu ezanın kahramanı ise milletvekili ve din alimi Mustafa Runyun’dur.


Yıllar sonra Runyun’un eşi Nuran Hanım (80), hem Menemen olaylarının mağduru kayınpederi Kaşıkçı Ali Rıza Efendi’yi hem de eşi Mustafa Runyun’un yaşadıklarını Zaman’a anlattı. O günlerde çektikleri sıkıntıları çocuklarına belli etmemek için dik durmaya çalıştıklarını ifade etti. Kayınpederinin Medine’den teselli mektupları gönderdiğini aktaran Nuran Hanım, “‘Kızım hiç üzülme. Ravza-i Mutahhara’da her gün dua ediyorum. İnşallah bir şey olmayacak.’ diye yazardı. Mustafa Bey’in de Yassıada mektupları geliyordu arada. Ben de her gün yazıyordum ama vermiyorlardı.” dedi. Çocuklarını bir defasında Yassıada’ya götürdüğünü dile getiren Nuran Runyun, babasının durumunun eğitim hayatlarını olumsuz etkilediğini dile getirdi.
Şeyh Sait hadisesi ve Şapka Kanunu’ndan sonra yüzlerce insanın idam edildiği Anadolu, 1930 yılında Menemen Olayı’yla bir kez daha sarsılır. 1921-1927 yıllarında inkılaplara uymadığı gerekçesiyle birçok alim, idam sehpasına gönderilirken, 1930’da tarikatlar aleyhine yapılan propagandalar, basın yoluyla da hızla yayılır. Esad Erbili Hazretleri, Menemen Olayı’nda bir numaralı hedef olarak gösterilir ve kendi hastanede, oğlu idam sehpasında can verir. Kaşıkçı Ali Rıza Efendi gibi Erbili Hazretleri’nin etrafına toplanmış insanlar da bu fırtınadan etkilenir.
18 yaşlarında Konya Müftüsü Yalvaçlı Ömer Vehbi Efendi’nin derslerine devam eden ve ondan icazet alan Ali Rıza Efendi, aynı dönem ismini çok duyduğu Esad Erbili Hazretleri’ni İstanbul’da sık sık ziyaret eder, ondan duyduklarını Konya’da aktarmaya başlar. Köylerden bile dinlemeye gelenler olur. Hocalıktan para almadığı için köyünde öğrendiği kaşıkçılık zanaatıyla geçimini sağlar.
Menemen Hadisesi’yle Esad Erbili Hazretleri’ne atılan iftiralardan sonra, Ali Rıza Efendi de onunla mektuplaştığı için tutuklanır. Bir süre hapiste yatar ama suç teşkil eden bir şey bulunamayınca serbest bırakılır. Ortalığın toz duman olduğunu ve İstiklâl Mahkemeleri dönemine geri dönüldüğünü fark edince “Bize burada hayat yok” diyerek ülkesini terk etmeye karar verir. 13 yaşındaki büyük oğlu Mustafa’yı da alarak kara yoluyla Medine’ye gider ve oraya yerleşir. Birkaç yıl sonra eşini ve diğer iki çocuğunu da getirir. Medine’nin en fakir dönemleri olduğu için büyük zorluklar yaşarlar. Su ihtiyaçlarını kuyulardan çaydanlıkla çekerek karşılarlar. Tek göz odada 5 kişi kalırlar. Ali Rıza Efendi, geçimini ise Konya’da öğrendiği kaşıkçılıkla sağlamaya başlar. Oğlu Mustafa’yla birlikte çöllerdeki bodur ağaçlardan yaptıkları kaşıkları boyayıp cilalayarak Hac mevsiminde satarlar. Bu sürede kendilerine en çok sorulan soru ise “Türkiye’de Müslüman kaldı mı?” olur. Kaşıkçı Ali Rıza Efendi, ülkesinin hasretiyle 50 yıl yaşadığı Medine’de 1969’da vefat eder ve buraya defnedilir.
Oğlu Mustafa Runyun ise eğitimi için Mısır’a gider. El Ezher Üniversitesi’ne girer. Fakültenin son senesinde babası müftü olan Nuran Hanım’la tanışır ve evlenir. Bu arada İslam Hukuku İhtisası yapar. Nuran Hanım’ın geçirdiği bir rahatsızlık sebebiyle 1950 yılında tedavi için Türkiye’ye gelirler. Yıllar sonra Türkiye’ye dönen Mustafa Runyun, Adana’dan girdiği ülkesinde ezanların tekrar yüksek sesle ve Arapça okunduğunu duyunca çok sevinir. Siyasi yapının biraz değiştiğini de anlayınca artık Türkiye’de kalıp ülkesine hizmet etmek ister. Cumhuriyet döneminde ilk kez Runyun’un El Ezher Üniversitesi diplomasının denkliği kabul edilir. Askerliğini yaptıktan sonra Diyanet İşleri’nde müşavere heyeti Aza Müşavirliği’nde görev alır. Ek görev olarak Ankara’da Hacı Bayram Veli Camii’nde hatiplik ve Ankara Müftü Vekilliği yapar. Bir yandan da Ankara Radyosu’nda Dini ve Ahlaki Muhasebe programını hazırlar. 1954’e kadar Diyanet İşleri’nde aza olarak çalışır. Açılan imam hatiplerde öğrencilere yardımcı olur.
Kapatılan camileri açtırdı
Radyodaki programlarıyla birlikte Konyalılar, Runyun’un Kaşıkçı Ali Rıza Efendi’nin oğlu olduğunu öğrenince büyük teveccüh gösterir. Konyalılarla birlikte Demokrat Parti de, milletvekili adayı olmasını ister. Runyun, “Ben ülkeme başka türlü hizmet etmek istiyorum. Siyasete girmek istemiyorum.” dese de “Bundan mesulsün.” denilerek ikna edilir. Konya’daki 23 milletvekilinin hepsi Halk Partilidir. Halk Parti de Runyun’a teklif götürür fakat kabul etmez. 1954’te DP’den adaylığını koyar ve milletvekili seçilir. Halk Partili diğer vekiller de DP’ye geçer. Runyun Meclis’e girer fakat, ‘din alimi’ diye Cumhurbaşkanı Celal Bayar vekilliğini veto eder. Konya’dan Adnan Menderes’in yanına giden heyetler “Bizim seçtiğimiz vekil nasıl veto edilir?” diye tepki gösterince Menderes, “İstifasını versin, 1957’de tekrar adaylığını koysun.” der. 1957’de iknalar sonucu tekrar adaylığını koyan Runyun, büyük bir destekle tekrar seçilir ve Konya’da hizmetlerine başlar. İlk olarak şehirde kapatılan ya da müzeye çevrilen camileri açtırmak için uğraşır ve muvaffak olur. Hizmetlerine devam ederken 1960 darbesi yaşanır ve hapishaneye gönderilir. Eşi ve üç çocuğu ortada kalır.
Mustafa Runyun, Yassıada’da davaları görülürken okuduğu ezanla hafızalara kazınır. Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’ya idam kararının verileceği günün sabahı bütün vekiller çok gergindir. Din adamı yönü olduğu için vekilleri teselli etmek de Runyun’a düşer. O gün Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Zindan Duvarları’ kitabı ve Ali Ulvi Kurucu’nun anılarında geçen meşhur olayı gerçekleştirir. Gergin atmosferi yumuşatmak ve tutuklu vekillerin gönlünü rahatlatmak için kaldığı koğuşun kapısındaki sürgüyü aralar ve gür sesiyle ezan okur. Komutanların hatta dışarıdaki insanların bile duyduğu ezan sesi bir süreliğine Yassıada’yı sessizliğe gömer. Davalardan sonra vazifeden men ve siyasi yasak alır. Kayseri Cezaevi’ne gönderilir.
Kayınpederimin Medine’den yazdığı teselli mektupları bizi ayakta tuttu
Mustafa Runyun’un eşi Nuran Runyun (80), o günlerde çektikleri sıkıntıları çocuklarına belli etmemek için dik durmaya çalıştıklarını anlatıyor. Kayınpederi Kaşıkçı Ali Rıza Efendi’nin Medine’den teselli mektupları gönderdiğini aktaran Nuran Hanım, “Kayınpederim ‘Kızım hiç üzülme. Ben burada Ravza-i Mutahhara’da her gün dua ediyorum. İnşallah bir şey olmayacak.’ diye yazardı. Mustafa Bey’in de Yassıada mektupları geliyordu arada. Ben de her gün yazıyordum ama vermiyorlardı.” diyor.
Çocuklarını bir defasında Yassıada’ya götürdüğünü dile getiren Runyun, çocuklarının yaşadığı sıkıntıyı şöyle anlatıyor: “Büyük oğlum 9 yaşındaydı ve çok etkilendi ortamdan. Babasının durumu daha sonra eğitim hayatını da etkiledi. Bir gün okul müdürü beni çağırdı. ‘Bu çocuk derslere hiç kendini vermiyor, çalışmıyor. Bu okuldan alın başka bir okula verin.’ dedi. Çok üzüldüm. Bir hoca tutup ders çalıştırdım, başka okula aldım ama çok bocaladı. Babası çıktıktan sonra eğitimiyle yakından ilgilendi. O zaman biraz topladı kendini.”
Mustafa Runyun, 1963’te hapishaneden çıkınca ailesiyle Konya’ya döner ve çevresinin desteğiyle imam hatip yurdunda müdürlük yaparak geçimini temin eder. Daha sonra arkadaşlarının isteğiyle İstanbul’a döner. Diyanet’ten baş imamlık ve hatiplik kadrosu çıkarılarak Şişli Camii’ne atanır. Ailesiyle caminin lojmanında kalır. Siyasi yasağı kalkınca da Yüksek İslam Enstitüsü’nde 1981 yılına kadar öğretim görevlisi olarak çalışır. Birçok talebe yetiştirir ve oradan emekli olur. 1988’de parkinson hastalığından vefat eder.
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/gundem/babasi-menemen-esi-yassiada-magduru/2032225.html

2 Eylül 2012 Pazar

Kurban Ola Canım Sana


Etrafımızda olup bitenlerden ister istemez etkileniyoruz. Bugün bir olayın akıntısına, yarın bir başka hâdisenin girdâbına kapılıp gidiyoruz. Bizi aşan, ümitlerimizi sarsan vak'alar karşısında eli kolu bağlı kalınca üzülüyor, ne olacak halimiz diye yanıp yakılıyoruz. Bize rağmen olanlar karşısında ümitsizliğe kapılmamak, aşırı yıpranmamak, ezilip tükenmemek için mânevî güç kaynaklarımıza dönmek zorundayız. Oradan alacağımız ilham ile imanımızı, aşkımızı, azim ve gayretimizi güçlendirmek mecburiyetindeyiz.
Bizi mânen doyurup besleyen, gönlümüzü yaşama zevkiyle kanatlandıran güç kaynaklarımızın başında Allah ve Resûlullah aşkı gelir. Biz de şâir gibi "Aşk imiş her ne var âlemde" diyerek Peygamber aşkının kuytu ve emniyetli limanına sığınalım. Yıllarca Ravza-i mutahhara'nın etrafında dört dönerek Peygamber aşkıyla inleyen bir âşığa kulak verelim.
Konya'nın Hâdim ilçesinden olup muhtemelen 1939 yılında ailesiyle birlikte Medîne-i Münevvere'ye hicret eden ve 1966'da orada vefat eden Kaşıkçı Ali Rızâ'nın adını duyanımız herhalde pek azdır. Mesleği kaşıkçılık olan bu âlim ve şâirin Necâtü'l-mü'minîn min ehâdîsi'l-erba?în adlı kitabından bir dostum vasıtasıyla haberdâr olabildim. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nün Arapça hocalarından merhum Mustafa Runyun ile hâlen Harem-i şerif hattatlarından Abdullah Rızâ'nın babası olan hâfız Ali Rızâ, alışılmışın aksine, Dîvân-ı Rızâ adlı mürettep divanına, kendisinin derleyip tercüme ve şerh ettiği bir kırk hadis ile başlamış. 456 sayfalık eserin 131 sayfasını oluşturan kırk hadisin içinde, şerhettiği konularla ilgili 44 adet uzun şiirini serpiştirmiş. Bu şiirlerin önemli bir kısmı Peygamber sevgisini terennüm ediyor. Divanında ise Resûlullah'a olan sevdâsı her fırsatta görülüyor. Kaşıkçı'nın bu eseri zarûretler sebebiyle Şam'da, bir akâid ve ahlâk kitabı olan İmdâdü'l-mü'minîn fî beyâni akâid'l-müslimîn adlı eseri ise bir başka Arap memleketinde eski harflerle basılmış. Kitapların üzerinde baskı yeri ve tarihi yok. Her iki eserde de epeyce imla hatası bulunmaktadır. Müslüman halkımızın Peygamber sevgisini besleyeceğinden ve onlar tarafından derin bir hazla okunacağından emin olduğum bu şiirler, yeni harflerle itinalı bir şekilde mutlaka yayımlanmalıdır. Bu Peygamber âşığının kimini arûz kimini hece vezniyle yazdığı şiirlerinden, yerimizin sınırlı olması sebebiyle birkaç seçme yapabildim. Onları zevkle, heyecanla okuyacağınızdan ve Peygamber sevgisinin ruha can veren coşkusuyla yenileneceğinizden eminim.
Nâbî Gibi
Şiir ziyafetimize, Kaşıkçı'nın, büyük şâirimiz Nâbî'nin, Sakın terk-i edepten kû-yı mahbûb-i Hudâ'dır bû/ Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bû diye başlayan ünlü gazelini hatırlatan ve Peygamber aleyhisselâm'ın yüce huzûrunda takınılması gereken edebi dile getiren güzel bir şiiriyle başlayalım:

Gönül bunda sebât et ravza-i Fahr-i cihandır bu
İçinde Fahr-i Âlem var metâf-ı âşıkandır bu
Cemî-i enbiyâ vü evliyânın şâh-ı sertâcı
Haber vermekte mi'râcı, oku belli beyandır bu
Hidâyet râhının şâhı, saâdet tahtının mâhı
Bu yerdir işte dergâhı, mekân-ı ârifandır bu
Alındı Kabekavseyn'e, ki sığmaz akla hem zihne
Harîm-i kuds-i mâbeyne, giren bir lâ-mekandır bu
Fesâhatte belâgatte cihâna gelmemiş misli
Kelâmı tatlı kevserden, sözü mu'ciz-beyandır bu
Onunla Âdem ü Havvâ tevessül ettiler Hakk'a
Kamû halka vesâildir, şefî-i müznibandır bu
Bize nimetleri Hakk'ın anın yüzü suyundandır
Dü âlem menba-ı feyzi ü zülâl âb-ı revandır bu
Ne mümkündür Muhammedsiz hidâyet râhını bulmak
Vücudu halka rahmet, cennete halkı koyandır bu
Nice âşıkların cânın Hakk'ın gülzârı aşkında
Salıp âteşlere cânı, cihânı yandırandır bu
Cihan halkı bu âlemde dalâlet içre kalmışken
Gelip şol mürde diller kalbini ihyâ kılandır bu
Gelip ilm ü maârifle cihânı eyledi ihyâ
Ulûm-i ma'rifet bâğın içinde bâğbandır bu
Eğer halkolmasaydı bû vücut bulmazdı âlemler
Hüdâ'dan kulları üzre ne âlî imtinandır bu
Odur yerin göğün mâhı, bize bildirdi ilâhı
Cemî-i âlemin şâhı, saâdet-iktirandır bu
Onu kendi için, halkı onunçün kıldı Hak mevcût
Ona dostum demiştir O, Habîb-i Müstean'dır bu
Odur ol hâlikın yârı, bilinmez kadri miktârı
Cihânın gülü gülzârı, Resûl-i âlî-şandır bu
Eğer âşık isen ona, buyur yan da karar-gîr ol
Umûmun ilticâ-gâhı, makarr-i âbidandır bu
Medîne misli yok şimdi cihanda başka bir melce'
Vücûd-ı Mustafâ'dan nûr alan bir âşiyandır bu
Bu yerde bir sevâba bin, ne bindir belki yüz bin var
Bu yerdir ravza-i cennet, mahall-i âşikandır bu
Baş urduk biz bu dergâha, bu dergâh-ı şehinşâha
Sığındık bunda Allah'a, bize hoş sâyebândır bu
Bizim çün oldu bir rehber, kitâbın eyledik ezber
Gönül bunda ölüm bekler, ne hoş bir hâkdandır bu
Gönül gel fitne devrinde, ki taksîr etme şükründe
Demâdem bekle şehrinde, sana emn ü emandır bu
Sana takdîme şâyan bu Rızâ'nın hiç nesi vardır
Kabûl et yâ Resûlullah Rızâ'dan armağandır bu
Fahr-i Âlem İle
Şerh ettiği hadislerden birini belki de Kubbe-i Hadrâ'ya bakarak şerh eden şâirin, Peygamber-i Zîşân'ın yanı başında onun hasretiyle duygulandığı, cennette onunla beraber olma arzusuyla heyecanlandığı ve açıklamakta olduğu konuyu bitirmeyi beklemeden hemen Cenâb-ı Hakk'a yönelerek kendisini Fahr-i Âlem ile haşreylemesini niyâza başladığı görülmektedir. Şüphesiz cennette Resûl-i Ekrem'e komşu olmak, onun gül cemâlini seyrederek sohbetini dinlemek bu satırları yazan, okuyan ve dinleyenlerin de en büyük arzu ve niyâzlarından biri olduğu için, aşağıdaki şiiri şâiriyle birlikte terennüm edelim:
Menzil-i vahy-i Hudâ'dır bu vatan
Seyyid-i tâc-i rusül bunda yatan
Ey bu âlemleri yoktan yaratan
Fahr-i Âlem ile haşreyle beni
...
İki âlemde de gösterme elem
Çekiver aff-ı kusûr üzre kalem
Fahr-i Âlem anda açtıkta alem
Sen o sultan ile haşreyle bizi
Beni meftûn etme bu âcileye
Koyma suçlarımı vezne, kileye
Sen verirsin kim ki her ne dileye
Fahr-i Âlem ile haşreyle beni
Mağfiret kıl geleni hem geçeni
Bize işle sana her ne düşeni
Mahşer içre beni ey Rabb-i Ganî
Fahr-i Âlem ile haşreyle beni
....
Günlerim geçti bütün oldu yalan
Çün revâ kendimi döğsem taş ilen
Ey beni böyle bu sevdâya salan
Fahr-i Âlem ile haşreyle beni
Lutfuna nisbetle ey Rabb-i Celîl
Yedi deryâ bile bir katre değil
Bana rahmeyle değilsem de ehil
Fahr-i Âlem ile haşreyle beni
Maksadım sensin ne mülktür ne de mal
Bu Rızâ'yı eyle âşık-ı Cemâl
Ey kerem sâhibi ey hüsn-i hısâl
Fahr-i Âlem ile haşreyle beni
Kubbe-i Hadrâ
Hac veya umre münasebetiyle Peygamber şehrine gidenlerin, Mescid-i Nebevî'ye gözlerini dikip hasretle seyrettikleri o yeşil kubbeyi, Kubbe-i Hadrâ'yı yıllarca doya doya seyreden âşığın ona yine de doyamadığı görülüyor. Altında Allah'ın Sevgilisi'nin istirahat buyurduğu o mübarek yeri dünya gözüyle bir daha görme niyazıyla şâirimizin "Peygamber Efendimiz'in Kubbe-i Hadrâ'sının Medhinde" adını verdiği uzun şiirinden sütunumuzun el verdiği kadarını iktibas edelim:
Ey kubbe, ey lutf-ı kebîr, kurban ola canım sana
Fahr-i Cihân sende midir? kurban ola canım sana
Ey kubbe, ey hadrâ-yı hûb, sende mi Mahbûbü'l-kulûb?
Seninle mi afv-i zünûb, kurban ola canım sana
Ey kubbe, ey nûr-ı ziyâ, sende mi Fahrü'l-enbiyâ?
Bastığı yerler nerde ya! kurban ola canım sana
Ey kubbe, ey sertâcımız, sende midir sultanımız?
O canımız cânânımız, kurban ola canım sana
Ey kubbe, dil cânânesi, âşıkların kâşânesi
Ey nûr-ı rahmet lânesi, kurban ola canım sana
Ey kubbe, ey bedr-i münîr, canlar sana mestânedir
Âşıkların dîvânedir, kurban ola canım sana
Ey kubbe-i Fahrü'l-enâm, ey ravza-i şems-i hümâm
Olsun sana bizden selâm, kurban ola canım sana
Ey hâk-i kabr-i Mustafâ, sende mi her derde şifâ?
Bulduk seninle biz safâ, kurban ola canım sana
Ey Ahmed-i âlî sıfât, bulduk seninle biz necât
Bunda edem terk-i hayât, kurban ola canım sana
Bu yer Medîne menzili, cümle cihânın bir gülü
Salma yanından bülbülü, kurban ola canım sana
Hâk-i gubârındır devâ, cennet desem sana revâ
Sende yatar dost Mustafâ, kurban ola canım sana
Ey Taybe, ey şehr-i Resûl, nerde onun geçtiği yol?
Geldik bizi eyle kabûl, kurban ola canım sana

Gösterin Bana
Dîvân-ı Rızâ baştan sona bir duygu seli, bir aşk sağanağı. Âşığın, Peygamber aleyhisselâm'ın hasretine artık dayanamadığını, onu bir an önce görmek arzusuyla yandığını dile getirdiği uzun bir şiirinin baş tarafındaki şu kıt'aları, ruhuna Fâtiha ile okuyalım:
Yine aşk bağına geldim öterim
Bülbülüm gül dibine yaş dökerim
Gitti aklım yine ben pür kederim
Gösterin şâh-ı muallâ'yı bana
Akla geldikçe o vech-i haseni
Yine yandım yine dert aldı beni
Kerem et gülden ayırma dikeni
Göster ol vech-i muallâyı bana
Aşka düştüm yine çektim kalemi
Yine aşk bağına diktim alemi
Yine yaktı beni aşkın elemi
Gösterin hayme-i Leylâ'yı bana
Aman ey Hâlik-ı kevn-i ezelî
Görmedim dünyada ben o güzeli
Bu Rızâî'ye bu hasret bedeli
Göster ol vech-i mücellâyı bana

Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir
1998 -Altınoluk Dergisi Ocak, Sayı: 143, Sayfa: 024